15 Aralık 2010 Çarşamba

kurban bayramına giden ailenin son karesi

grafik roman

1954 yılında Amerika çizgi romanı tu-kaka ilan ettiklerinde Türkiye’de bundan nasibini almış hayatlarında hiç kitap okumayan anne-babalar çocuklarını okumadan soğutur gerekçesiyle çizgi romanı yasaklamışlardı. Ancak yıllar geçtikten sonra günümüzde artık ABD’deki eğitimciler çizgi romanın okuma güçlüğü çeken çocuk ve yetişkinler için mükemmel eğitici olduğundan bahsedip kütüphaneler de kendilerine uygun çizgi romanları seçmeye başladılar. Hatta bu konuda listeler bile yayınlıyorlar. Okullarda da çizgi romanlar ders aracı olarak kullanılıyor. Eğitimciler çizgi romanların öğrenci için görsel cennet olduğunu, görsel algıyı arttırarak ifade etme yönünü geliştirdiğini, okumayı sevdirdiğinin üzerinde duruyorlar. Bir hikayeyi görselleştirmekten aciz çocuklar için, okuduğunu anlamada güçlük çekenler için yardımcı olacağını ifade ediyorlar.

7 Kasım 2010 Pazar

ayla kutlu ve faruk kutlu TÜYAP kitap fuarinda


Sevgili Ayla Kutlu ablamın 29. İstanbul Kitap Fuar'ındaki imza gününe bir gün rötarla yetişebildim. Sayısız roman ve öyküye imza atan bu değerli büyüğümüze saygılarımı sunarken Türk edebiyatına yaptığı katkılardan dolayı da kendisine sonsuz teşekkürler. İyiki varsın Ayla abla...

27 Eylül 2010 Pazartesi

Unutulan Zamanlara Yolculuk Sergisi 2010 Küre TV roportaj

12 Haziran 2010 Cumartesi

Şimdi aşkımız Maharbi’ye kaldı

Akşamüstleri Maharbi’ye akın akın gitmeler ne zaman başladı bilmem ama ben danalarla akşam üstü Maharbi’den geçerken birilerini görürdüm.Bunlar akşam gezintisine çıkan sosyetemize mensup olmayan kişilerdi. Urumhoca’lılar tek tük akşamüzeri köylerine dönerlerdi. Ben, abim ve dayımın oğlu Ali her sabah tatlı uykumuzdan kaldırılıp iki dana önümüzde Maharbi’den geçip onları dedemin bahçesine bırakmaya giderdik. Akşam üstüde aynı yolu izleyip danaları eve getirirdik. Dedim ya Maharbi bomboştu, yıllar sonra Alaattin abinin yapacağı çay bahçesinden habersiz akıp duruyordu suyu. Çakhçıra’dan gelen su önündeki tahta köprünün altından şarıl şarıl akardı. Şimdi üzerinden geçilen beton köprünün temelleri bile yoktu. Urumhoca’dan gelen yol Maharbi pınarda sağa keskin virajla başlayan köprüde biterdi. Sağa viraj tahta köprüyü geçip kertin dibinden hafif yukarı yürüyüp sola dönünce Çardak cami minaresi ve birkaç dam görünürdü. Sonra yürür evinize giderdiniz. Birçok köşe başındaki çeşmeler sizi karşılardı, onlar biz uykudayken bile akardı. Sonra birgün teker teker suları akmaz oldu. Bir Taş pınar kaldı, bir de Maharbi… İşte bundandır Maharbi’ye olan aşk. Onca kardeşi susmuşken onun hala akıyor olması bize yaşam sevinci veriyor. Aslında merak ediyoruz hala akıyor mu diye. Diğerlerini kimse pek merak etmezdi, zaten akıyordu hepsi. Çeşme başına toplanan gençler yarınlarda kardeşlerinin aynı şeyleri artık göremeyeceklerini hiç düşünmüşler miydi acaba. Hemen her çeşmenin karşısında da bir ağaç olur, gölgesinde gençler dururdu. Acaba bilinçlimi ekilmişti bilemiyorum. Bizi Engino sokağında Mahmut Gün’ün bahçesinin köşesindeki çeşmenin karşısındaki dut ağacını hatırlıyorum da çok güzel bir ağaçtı. Civardaki ağabeyler oraya takılır ablalar da kovalarla gelirdi. Bazı ablalar eve su götürme işini abartıp avluyu sulamaya başlarlardı. Evet çeşme başları, sosyalleşmenin doruk noktalarının yaşandığı nadide yerlerden biriydi. Halen Çeçenistan kaynaklı ŞOVDA = ÇEŞME içerikli şarkılara bolca rastlamaktayız. Bizim ağabeyler aslında dayılarımın kuşağından bahsediyorum. Yoksa abim, ben, halamıı oğlu Apu , komşum Muhterem, Abdurrahman, Bekir, Omar Özbay’larla birlikte biz o çeşmenin yalağına atlar, yüzer gibi çırpınır sonra da gider hademe İsmet’in evinin önündeki yolda toza belenirdik. Yani bu durumda abimlerin ağaç altı dogdoğuş yapmaları mümkün görünmüyor. Üstleri çıplak altları patıskadan yapılma kara donlulara pek kimse pas vermezdi sanırım. Müthiş güzel bir tablo vardı. Ağaç altında delikanlılar, çeşme başında kızlar, kimi su alıyor, kimi az sonra su almak için sırasını bekliyor. Çeşmenin yalağında ya da Çeçence NOY ÇAH yıkanan küçük çıplak çocuklar… Çeşmenin arkası yemyeşil bir bahçe ve tek katlı güzel bir ev… Bahçedeki adam muhafazalı beyaz elbiseler içinde arı kovanlarını inceliyor… Çeşmenin şarıltısı, kız ve erkeklerin konuşmaları, rahmetli Butu dayının evinin üzerinden kavaklığa oradan da uzaklaşıp gidiyordu… Bugün o köşeye giderseniz biraz durup dinleyin belki o seslerden bazılarını duyarsınız. Çeşmeden yukarı doğru yürüyün, Mehmet Yıldır dayımın evini sağda bırakıp yürüyün ilerdeki köşede bir başka çeşme çıkacaktır karşınıza. Onunda yaşanmış aşkları vardır kim bilir. Sağa dönerseniz biraz ilerde Hamdi Gün’ün evine,sola dönerseniz İsmail Beşkaya’nın evine çıkarsanız. Siz sola dönüp yürüyün az ilerde camiyle Kahirler’in dükkanının arasındaki çeşmeye gelrsiniz. Uzun yıllar Çardağa alışveriş için gelenlerin suyunu içtiği, hayvanların sulandığı yer olarak hizmet verdi. Sağa dönüp yukarı doğru devam. İlerde sol tarafta Cavit Işık’ların evine dönerken bir başka çeşme çarpar gözümüze. Bugün artık unutulmuş bu çeşmeleri en babası bana göre hastanenin karşısındaki çeşmeydi. Annemler orada ha bire buğday yıkamak için giderdi. Yün yıkamak için bile gitmiştik. Hem suyu boldu hem de yıkanan şeylerin kurutulacağı geniş alanlar vardı. Çeşmenin arkasında zirai ilaçların konduğu, gri renkli kapısı hep kapalı duran ve içeriden ağır kimyasal kouların geldiği bina vardı. Bu çeşmenin tarihinde pek dogdoğuş yaşamadığına eminim. Çünkü Çardak burada sona ererdi sadece iki ev vardı sonrası dağ bayırdı. Caduro dayı araziyi henüz Sarıgüzellilere satmadığı için Çardak girişindeki yokuşun civarı da boştu yani.
Şimdi biz buradan geri dönüp yürümeye devam edelim eski karakaol binasını azıcık geçince sağ kolda yol üstünde bir çeşme daha çıkıyordu önümüze. Muhtemel bu çeşmede yıllarca askerlerin her türlü ihtiyacını karşılamış olmalı. Suyumuzu içip devam edelim. Sola Çobankara mahallesine dönelim, ilerde bir çeşme hatırlıyorum. İki yolun ortasındaydı galiba. Geri dönelim, solda köşedeki açıkhava kahvesinin pınarını boşverip Binbaşı yolunun başına gelelim. Burada yukarı topraklığa yönümüzü dönüp yürümeğe başlarken solda bir çeşme hatırlıyorum. Bir sonraki de İhsan Berkhan’lara gelmeden hemen soldaydı. Oradan uçarak Binbaşı yoluna kondum. Cevahir ablanın evinin dibindeki çeşmeden de bir yudum alıp sevgili Taş pınara ulaştım. Taş pınar bir zamanlar çok gürültülü bir yerdi. Hemen yanındaki değirmenin tepesine koni biçimindeki dev çinko oluktan gürül gürül su akar değirmenin tekerini çevirirdi. Taş pınarın suyu buz gibiydi. Orada yıkanmaya pek cesaret edemezdik. En son durağımız komşumuz rahmetli Abdulkerim dayının avlusundaki pınarı saymasak Rıza pınarı. Kahirlerin değirmenine gelmeden önceki son nokta. Kaç çeşme oldu sayması size kalsın ama arada unuttuklarım bile olabilir. Hatta bunlardan önce var olup kuruyup kaybolan başka çeşmeler de belki vardı. Her suyu kesilen çeşmeyle birlikte anılar da uçup kayboldu.
Birçok aşka sahne olan çeşmeler yok artık.
Bizim aşkımız Maharbi’ye kaldı.
Delikanlılar dogdoğuşa doymazdı
Taş attırırlardı sevdiklerinin kovasına.
Kız suyu döker geri dönerdi çeşme başına.
O yaşta aşktan anladığımız oydu…
Kovaya taş atardık ablalar kızgın ağabeyler mutlu.
Bizim aşktan anladığımız buydu.
Şimdi aşkımız Maharbi’ye kaldı.
Çardak kültüründe suyun yeri çoktan eski sosyal önemini kaybetti. Su artık büyük kentlerde olduğu gibi musluklardan tuvaletlere kadar gelmekte olup ĞUMMUĞları da tarihin tozlu sayfalarına gömeli çok oldu. Yol kenarlarında şarıl şarıl akan su dolu arklar da öyle. Dileğim odur ki Taş pınarın, Maharbi’nin suyu eksik olmasın, sonsuza dek hep aksın…

5 Haziran 2010 Cumartesi

Zabbari'den Balla Bakka'ya...




Zabbari zabbari zabba...
Da ma lalxal, sa ma lalxal
Zabbari zabba...
Harım sa vi harım sa yi
Zabbari zabba...
Müziğini düğünlerde yıllarca duyduğumuz, oynunu çeşitli kişilerden izlediğimiz ''Zabbari'' Çardak kültüründe çok bilinen öğelerden biridir. Sözleri yukarıda yazdığım kadarı aklımda. Bu müzik kimin için yapılmış kaynağını bilmiyorum, ama biri çıkar 'dedem için yapmışlar' derse onu da kayda alabilirim. Babaannemden, anneannemdem öğrendiğim kadarıyla her oyuncunun farklı bir melodisinin olduğuydu. Çeçen oyun (veya dans ta diyebiliriz) karakteri tamamen doğaçlamaya dayalı olduğu için müzik de ona uygun olarak şekilleniyordu. O zamanki mızıkacılar dansçının hareketlerine uygun müziği bulacak ve doğaçlama çaldığı bu müziği de hafızasında saklayabilecek yetenekteydiler. Düğün halkasını gözünüzde canlandırın, birden A kişisi oyun alanına itiliyor. A kişisi sağ ayağı önde başlıyor oyna. Sağ ayağı önde sol ayak biraz kırılmış durumda arkadan takip ediyor. Üç defa sağ ayak önde giderken sol ayak onu arkadan takip ediyor, dördüncü adım da sol öne geçiyor. Müzisyen kızımız bakıyor A kişisi sayısal takılıyor,ilk girişte çaldığı oyalama müziğinden oyuncunun tarzına uygun ritmleri tutmaya başlıyor.(Dikkat edin bu gün bile müzisyenler hep aynı oyun müziğini çalsalarda başta biraz enstrümanın körüğünü çekiştirip oyalama müziği çalarlar.) A kişisi ilk defa oyun halkasında ve onun nasıl dans edeceği merak konusu. Gözler oyuncuda, kulaklar müzikte, ne çıkacak. Burada Çeçenlerin ilk çağlardaki ritüellerinin çeşitli evrimler geçirerek günümüze gelişini görmekteyiz. Ayinlerden eğlenceye dönüşen dans ve müzik kişilerin kendilerini anlatma aracına dönüşüyor. Düğünümüze tekrar dönersek müzisyen kızımız birinci adım yere basarken ZABBA, peşindeki sol basarken Rİ sesini veriyor. İkinci de aynı, üçüncüde sağ adım önde ZABBARİ diye esnerken, sol ayak dördüncü olarak öne geçerken müsisyen ZABBA sesini veriyor. Bu ritm sağlı sollu oyuncu bıkana kadar devam eder. İsterseniz kalkıp deneyin. İlk başlangıç için sağ adım yeterli yan yan gideceksiniz. 1-ZABBA sağ ayağınızı atın, Rİ solu çekin 2-ZABBA sağ ayağınızı atın, Rİ solu çekin 3-ZABBARİsağ ayağınızı atın 4- ZABBA sol ayağınızı uzun öne atın. Hemen belirtmeliyim oyun anlattığım kadar kolay bir oyun değil. Bu nadir oyun ayak geçişlerine uygun el kol hareketleriyle de farklı yorumlanabiliyordu. Fakat herkes tarafından da yorumlanabilan bir oyun olmadığını belirtmekte yarar var. Özel bir oyun olarak kalmış. Onca değişik müzik onca değişik oyun unutulmuş Zabbari unutulmamıştı. Mesela babaannemden duyduğum Mazo'nun müziği ve oyunu çoktan unutulmuştu bile. Kur Mazo ismindeki şahıs çok şık giyinirmiş, çizmeleri hep pırıl pırılmış. Kur Mazo'nun müziğinin sözleri şöyle: Kxa döxküne sako eçna, Beş yöxküne koloş eçna, Vistin vakka Ekkin vakka, Kur Mozo ho helxa vala. Türkçesi: Tarlayı satıp sako almış, Bahçeyi satıp ayakkabı almış, Şişip öl patlayıp öl, Kur Mazo sen dans et. Görüldüğü üzre oyuncunun sosyal durumu da müziğine yansıyor. Buradan Zabbari'ye dönecek olursak Kur Mazo gibi Zabbari'de bir isim olabilir. Öteye atla beriye atla zabbari zabba... Herkesin bir havası (müziği, çeçence YİŞ) olması bana müthiş geliyor. Bir kültür zamanında her oyun karakterine uygun müziği oluşturuyordu. Kültürü belirleyen en önemli göstergelerden birinin müzik diğerinin edebiyat olduğunu iddia ederler. 146 yılımızı yadettiğimiz şu günlerde elimizde avcumuzda hiçbirşeyin kalmadığını yavaş yavaş erdiğimizi bize Zabbari çok güzel anlatıyor. Yarın Zabbari'de çalmayacak, zaten oynayan da kalmadı. Olsa da oyuncu o havayı nasıl yakalayacak. Özel kişilerin oynadığı özel bir oyundu. Zabbari Türkiye'deki yıllarca özel olmuş son Çeçen melodisiydi. Zabbari gibi dansa göre melodi uyduran müzisyen kızlarımız da yok artık. Niye olsun ki devir değişti artık. Mızıka çalmanın eski albenisi mi kaldı. Artık farklı bir sosyal hayatın içindeyiz. Dedemin zamanında arkadaşı dertli dertli' Va Mahmut sekiz kızım var, nasıl evlendireceğim bunları' der. Dedem de 'bir mızıka al en büyüğü öğrensin, sonra o küçüğüne öğretir' der. Gerçektende her kız mızıka çala çala babasının avlusunundan ayrılmış. Yani görüldüğü gibi o zamanlarda gerçek yetenekler çabuk keşfediliyormuş. (Da ma lalxal, sa ma lalxal Zabbari zabba...) Öteye atla beriye atla zabbari zabba...
Nihayet benim oynamaya başladığım düğünlerde eğlencelerde Çeçen, Lezginka, Kafe çalardı. Çardaktaki düğünlerde mızıkayla genelde bir iki farklı melodiyle oynardık. Arasıra Zabbari çalar arada birileri Zabbari Zabbari Zabba diye mırıldanırdı. Zabbariye sözle eşlik edilip söyleniyorsa, Mazo'nun müziğinde de sözler tempolu olarak söyleniyorsa bugün neden söylenmesin diye düşündüm. Benim oynadığım zamanlardaki düğünlerde müzik standart olduğu için söz yazmak zor olmadı. Nihayet Tekin Toka abimin düğününde ritme uygun lafları yanımdaki Fatih Bolat'la paylaştım. BALLA BAKKA geniş daire şeklinde dön veya tur at, KOGGA BAKKA ayak at, DİKKA HAVZA iyi dön. Sözler bunlar, bir oyunda erkeğin yapacağı hareketlerin özeti. Oyuna çıkıp halkanın içinde bir tur atacaksın, ayak hareketleri yapacaksın, dönebiliyorsan da iyi döneceksin. Açıklamayı yaptım Fatih tamam söyleyelim dedi. Fatih'le biz tempoyla başladık halkadakiler şaşırdı. Ulan ne diyor bunlar diye bize bakıyorlar. Şaşkınlık kısa sürdü rahmetli Hüseyin dayım bağırıp durmayın orda diye fırçasını atınca anında sustuk... Aradan kaç yıl geçti bilmiyorum ama geçen bir yerlerde gençler BALLA BAKKA... diye tempo tutuyordu. Zabbari mırıtıları başka şekle dönmüştü. Artık herkese ayrı müzik yoktu ne çalıyorsa onunla oynanıyordu. Arada bir aşka gelip BALLA BAKKA... diye bağırıp coşuyorlardı. Dilerim sonsuza dek coşkularından hiç birşey kaybetmeden oyunlarını sürdürürler. Faruk Kutlu 6 Mayıs 2010 İstanbul

9 Mayıs 2010 Pazar

Unutulan Zamanlara Yolculuk resim sergisi - Istanbul T.G.C. Basın Müzesi sanat galerisi



Sol baştaki Ressam Kenan Özür 1978 yılında girdiğim Güzel Sanatlar Akademisi'nden bu güne yol arkadaşlığı yaptığım dostum. Atölyede öğrencilerini bırakıp gelme inceliği gösterdi. Dostlar zaten işim vardı bahanesine sığınmazlarki... Selçuk ve Dilber Genç çifti yine Akademi'den kadim dostum atöyle arkadaşım Ressam Ahmet Özel'in abla ve eniştesi.. Onlar da bana Unutulan Zamanlara Yolculuk'ta eşlik ettiler sağolsunlar.

Yalçın Karadaş'tan sonra Kamuran Çolak kafeye çıktı, o arada çeçen oynatmak için Sedat Şimşek'i bulduk ama cepteki müzik sesi yeterince çıkmadığı için oyun faslını çabuk kapattık.

Kamuran abimiz telefonundaki kafe melodisini Zerrin hanıma dinletirken dönüp baktık Serap Canbek ve kadim dostum Yalçın Karadaş çoktan piste çıkmışlardı bile...

Göksun'lu hemşerim ortaokul arkadaşım sevgili Remzi Özkan. Karlı çamurlu sahalarda yaz kış beraber top peşinde koştuğumuz en eski dostlarımdan biri. Herkese inat sergimi desteklemek için oradaydı. Sağolsun...

Kafkas sanat ortamı oluşturma çabamı herzaman destekleyen Avukat İnsan Berkhan kardeşim ve Çeçenistan'dan gelen misafirimiz Hüseyin Mukayev'le birlikte...

Sevgili Saffet dostum oğulları Abrek ve Canbek'le birlikte sergime ilk gelen zyaretçilerimdi.

22 Nisan 2010 Perşembe

unutulan Zamanlara Yolculuk resim sergisi - Ankara Atakule Vakıfbank sanat galerisi

Sevgili halam

Zafer Aydın

Ata Katı ve Niyazi Güney




Sevgili yeğenlerim

Faruk kutlu, Haluk Kutlu - Vakıfbank sanat galerisi Ankara


Sevgili abim

Neriman Güney, Niyazi Güney, Seher Kutlu, Faruk Kutlu, Haluk Kutlu- Ankara Atakule Vakıfbank sanat galerisi

unutulan Zamanlara Yolculuk resim sergisi - Ankara Atakule Vakıfbank sanat galerisi

Tülay ablam ve sevgili yeğenlerim

unutulan Zamanlara Yolculuk resim sergisi - Ankara Atakule Vakıfbank sanat galerisi

Dotlar, akrabalar...

Unutulan Zamanlara Yolculuk resim sergisi Ankara'da açıldı


"Unutulan Zamanlara Yolculuk" sergisi Ankara Atakule Vakıfbank sanat galerisinde açıldı. Serginin açılışında bulunan Birleşik Kafkas Dernekleri Federasyonu Başkanı Sayın Ata Katı, Birleşik Kafkas Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulu üyesi Sayın Niyazi Güney ile birlikte açılışa katılarak sergiyi onurlandıran ve şu an ismini sayamadığım tüm katılımcılara sonsuz teşekkürler.

4 Mart 2010 Perşembe

3 Mart 2010 Çarşamba

1 Mart 2010 Pazartesi